“ Yeni bir dil gerekli... ”

- Devamı için tıklayınız -

Gerçi, düşünce ve düşünceleri ifade aracı olarak dil için, yeni düşünceler de gerekir. Fikir, bilgi ürünü olduğuna göre, bilgilenmek de önemli. Bunun çağrışımı ise, ideoloji: fikirleri ve onların ilkeleri ile kaynağını inceleme konusu yapan bilim, yani fikir bilimi.

Oysa, Türkiye, 20. yy’ın son çeyreğinde, bir tür “fikir bilimi”nden kaçış dönemi yaşadı. O denli ki, aynı dönemde gündeme gelen “İnsan hakları ideolojisi” ile tanışamadı bile.

Aslında, Cumhuriyeti kuranlar da “ideoloji”lere mesafeli idi. Sosyal sınıflara bakış tarzı, bunun en belirgin göstergesi. Buna bir de katı merkeziyetçilik ve tek parti yönetimi eklendi. Buna karşılık, burjuva sınıfı yaratma yolunda 50’li yıllarda önemli atılımlar yapıldı; ne var ki, 60’lı yıllarda işçi sınıfının örgütlenmesinden rahatsızlık duyuldu.

‘POLİTİZE’ ASKER, ‘DEPOLİTİZE TOPLUM

Şu kısır döngüye bakın: işçi örgütlenmesinden ideolojik temellerde siyaset yapma tarzına kadar demokratik atılım, 1961 Anayasası’nın mirası. Ne var ki, askere politika yolu açan da, yine bu dönem. İlerleyen onyıllık zaman dilimlerinde asker, anayasal ve siyasal sistemin merkezine çekilirken, toplum siyasetten uzaklaştırılıyor.

80’li yıllar, bu sürece damgasını vurdu: sosyal (sınıf, haklar, devlet,…) veya sol/sosyalizm adına “ideolojik” çağrışımlı grup, hareket ve akımlar ezildi. Siyaset, “sağ”a yaslandı. Mesela, 550 üyeden oluşan TBMM’de, “sol siyaset” çizgisini yansıtan acaba kaç vekil var? Beşi geçer kuşkusuz, ama elli beşi bulacağı kuşkulu.

SİYASET İHTİYACI

Toplumun ortak iyiliği ereğinde çözüm üretme sanatı olarak siyasetin gerilemesi, çatışmaları derinleştirdi. Oysa, çatışmaları uzlaşmaya dönüştürme, demokratik rejimi üstün kılan bir özellik.

“Demokratik açılım” adına ortaya çıkan görünüm şu: bir taraf, “türk” vurgusunu, -diğer kimlikler üzerinde- hâkimiyet aracı olarak kullanıyor; öbür taraf için, “kürt” söylemi, demokratikleşme sürecinden çok bir “siyasal” mücadele aracı.

Bu ortamda partiler, siyaset üreten örgütler yerine, çatışma alanlarını derinleştiren “taraf” görünümünde. Ne açılım cenahı (AKP ve DTP), ne de karşı saf (CHP ve MHP), demokrasinin temel gerekliliği olan “fikir platformu”nu yansıtıyor.

AKP, dört ayda dört somut öneri bile ortaya koyamadı. DTP, kendini “İmralı çıkmazı”na hapsetti. Başlıca malzemesi, etnik ayrışma (azınlık) tehlikesi olan CHP ve MHP, etnik saldırganlık (çoğunluk) kışkırtmasından geri durmuyor.

CUMHURİYETİ KİM KORUYACAK?

“İrticaıyla Mücadele Eylem Planı”, aradan dört ay geçtikten sonra, “ıslak imza” kanıtı ile ortaya konunca; TSK İç Hizmet Kanunu, yeniden gündeme geldi: “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi, Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır.” (m. 35).

211 sayılı İç Hizmet Kanunu, 10.01.1961 tarihli; yani askeri yönetimin ürünü. 20.07.’61’de yürürlüğe giren Anayasa’ya aykırı. 20 yıl sonra hazırlanan ve “türk vatanı” söylemine dayandırılan 1982 Anayasası ile daha uyumlu. “Türk yurdu”, ülke adı olarak “Türkiye” ile örtüşmese de; “Türkiye Cumhuriyeti”, devletin adı. Bu bakımdan, TSK’nin, dış saldırılara karşı devleti ve ülkeyi koruma vazifesi, anlaşılabilir.

Şunu anlamaksa zor: -Senato seçimleri dışında-, ‘61’den bu yana TBMM 12 kez seçimler yoluyla yenilendi; ancak hiçbiri 35. maddeyi, “milli savunma” eksenine oturtma ereğinde yenile(ye)medi.

Kuşkusuz bu demokrasi eksiği, TSK’ya kendi görev alanı dışına çıkarak sahaya inme yetkisini vermez…TSK’nın, MGK yoluyla “milli güvenlik” konularında görüş bildirme yetkisi de, m.35’in genişletici yorumunu engeller.

ÇATIŞMAYA KOŞMAMAK İÇİN…

Siyaset ve demokrasi eksiği, kırılmaları derinleştirdi ve toplumu iç savaş eşiğine sürükledi. Kırılmaları aşmak için, “dilde tercih”te bulunma, artık bir gereklilik: etnisite/ırk, dil, din ve bölge söyleminden elden geldiğince uzaklaşmak. Buna karşılık, demokrasi ve cumhuriyet bağlamında kapsayıcı ve birleştirici kavramlara yönelmek: yurttaşlık, eşitlik, lâiklik ve sosyallik.

Bu arada, 21. yy’ın gerçekleri ışığında ideolojilerle, başta İnsan hakları gelmek üzere neden tanışmayalım? Sadece, sosyallik vurgusu yapan siyasal örgütlenme için değil; “bayram” ve “bayrak” kısır döngüsünü aşabilmek için de… Şöyle bir gösteriyi düşünmek bile heyecan verici: emekçi kesimlerin öcülüğünde, etnik-milliyetçi, militer ve dinsel söyleme karşı, eşit yurttaşlık, demokrasi ve iç barış, lâik ve sosyal bir Cumhuriyet yürüyüşü… Bunu gerçekleştirme iradesine sahip yurttaş sayısının artması ölçüsünde, Cumhuriyet’in geleceğine de umutla bakılabilir.

Anayasa kurultayı…

05 Kasım 2009

Bizde kurultay, daha çok parti kongreleri için kullanılır; yani, kurultay, partilerce yapılır. Anayasa kurultayı, ilk bakışta siyasal etkinlik çağrışımı yapsa da, değil.

Gerçi demokrasi, çatışmaları uzlaşmaya dönüştürmeye en uygun rejim olarak nitelenir. Fakat, ülkemizdeki siyasal aktörler, çözüm yerine çatışma üretme eğilimleri ile öne çıkar. Hatta, sorunları çözme bir yana, çatışmacı uslup, söylem ve eylemleriyle, toplumsal uzlaşma alanlarını bile kırılgan hale getirme “becerileri” (!), istisnai durum değildir.

Bu bakımdan, TBMM’de temsil edilen siyasal partilerin güncel temel sorunlar karşısındaki tavırları, birbirini tamamlar görünüyor. Şu üç örnek, politikanın işlevinin nasıl tersine çevrildiğini gözler önüne seriyor:

Kürt raporu / sivil anayasa / projeya çaresiya…

CHP: yirmi yıl önce Kürt sorununun çözümü üzerine ilk raporu ben yazdım, diyor. Ama Baykal, şimdi sadece sorunun nasıl çözülemeyeceği üzerine oadaklanıyor…

AKP: 2007 TBMM seçimlerinde sivil anayasa söylemi ile yola koyularak “T.C. Anayasası Önerisi” hazırlatıyor; ama metni kendi bile sahiplenmiyor. AKP’nin, Cumhurbaşkanını halka seçtirmek amacıyla gösterdiği çaba ve “türban”ı anayasalaştırmak için kopardığı gürültü ile, “Öneri taslağı”ni hiç kimseye hissettirmeden buharlaştırması arasında tam bir tezat var.

DTP: Eylül 2008’de, “Çözüm Projesi”ni Türkçe, Kürtçe ve İngilizce olarak yayımlıyor, tartışmaya değer öneriler sıralıyor. 2009’da ise, “Democratic solution”, yerini “PKK/Öcalan” denklemine bırakıyor.

Soru: bu tablodan ne çıkar? Çözüm mü, sorun mu? Ya da uzlaşma mı, yoksa çatışma mı?

On sekiz yıl, neyi ifade eder?

1991, yasama seçimleri vesilesiyle, 1982 Anayasası’nı yenileme konusunda ilk somut çıkışlarla umutların yeşerdiği yıl… 90’lı yıllar tamamlanırken anayasa çalışmaları yeniden ivme kazandı. Son on yılda birçok anayasa taslağı ve raporu hazırlandı: TÜSİAD, TOBB, TBB, DİSK ve diğerleri… 2009’un siyasal tablosu ise, yeni anayasaya yaklaşmadan çok, hedeften uzaklaşmaya işaret etmiyor mu?

Anayasa Hukuku derslerinde 1. sınıf öğrencilerine, “91 doğumlu olan var mı?”, diye sordum. Kalkan el sayısı az değildi. Evet, 18 yıl önce doğanlar, şimdi anayasa okuyor… Ama yeni anayasa umudu, hala ufukta görünmüyor. Hatta bu gidişle, bugün doğanlar da, ‘82 düzeninde anayasa hukuku derslerini okuyabilirler…

Sivil, siyaseti “barışlandırabilir mi?”

Aslında hiçbir siyasal partinin tam bir anayasa taslağı yok. Ama hep, “anayasa siyasetçinin işi”, der dururlar. Oysa, tam tersine, bu işi hakiki “sivil”ler üstlenmiş; üstelik çoğu gönüllü birer etkinlik olarak… Meslek örgütleri, odalar, sendikalar, dernekler, vakıflar, “durumdan vazife” çıkarmış. Ortaya koydukları taslak ve raporlar, kayda değer bir birikimi yansıtıyor.

Öyle ki, demokratik teoriyi neredeyse tersine çevirecekler: siyasetin yarattığı çatışmaları siviller gidermeye çalışıyor.

Tabii, siviller fikir üretiyor üretmesine de; örgütlenmeyi beceremedikleri için, enerjilerinin çoğunu siyasal aktörleri “rasyonelleştirme” yolunda harcıyor. Başarılı olabilir mi?

Sivil mirasın gücü…

7 Kasım, 1982 Anayasası’nın halkoyunca onaylandığı gün. Dile kolay, tam 27 yıl geçti. Bunun 22 yılı, değişiklik yaparak; öyle ki, 1982 Anayasası’nın uygulanma döneminde seçilen ve yenilenen hemen her Meclis, Anayasa’ya bir biçimde dokundu… Bunun 18 yılı, yenisini aramakla geçti.

Şu halde Anayasa Kurultayı’nın amacı ne? Ana başlıklarıyla özeti, yeterince fikir verebilir:

Acaba, anayasal yenilenme yoluyla Türkiye’yi ileriye götürme ereğinde bugüne kadar yapılan kolektif çalışmaların ortak paydaları nelerdir? Önce, bunlar ve ayrışma noktaları ortaya konacak.

Sonra, uzlaşma sorunu bulunan konularda, 13 başlık altında somut anayasa önerileri sunulacak.

Nihayet, ortaya konan bilanço ve somut öneriler tartışılacak ve muhtemel ortak ilkelere ulaşılmaya çalışılacak… Özetle yanıtı aranacak soru şu: mevcut birikim, yeni bir eşiğe nasıl taşınabilir?

Ankara Barosu İnsan Hakları Merkezi’nin ev sahipliğinde yapılacak Kurultay’a, “subay/yargıç ve öğretim üyeliği” formasyon ve mesleklerini kişiliğinde birleştirmiş olan Yılmaz Aliefendioğlu’na ithaf edilen Armağan, vesile oluşturdu. Aliefendioğlu, çok farklı görüş ve önerilere sahip uzmanları biraraya getirmeye en uygun isim; uzlaşma zemini için yola çıkılmasına da…

Siyasetçilere duyurulur: uzmanlar sahaya iniyor, anayasayı değiştirmenin yolunu açmanız için. Eğer bu yolu açmamakta direnirseniz, bir gün halkın sizleri değiştirme yolunu bulacağından kuşku duymamalısınız.

Yoruma kapalı.