“ Adalet ve hukuk, çok uzakta... ”

- Devamı için tıklayınız -

Başlıktaki adalet, ne “Adalet ve Kalkınma Partisi” (AKP) adında yer alan “adalet”, ne de “ilahi adalet”. Zira, partililer, adları konusunda o denli duyarlı ki, kısaltma biçimine bile tahammül edemiyor: AKP değil, AK parti, diyorlar.

Bu yazı, partiye değil, ülkedeki adalete ilişkin; daha doğrusu, adı “adalet” ile başlayan partinin adalete bakışına.

Gerçi “balyoz planı” nedeniyle başlatılan “generaller operasyonu”, haftanın olayı. Geçen hafta Erzurum-Erzincan hattında yaşanan olaylar, adalet ve hukukun ne denli uzağında olduğumuzu gözler önüne seriyor. Böyle bir ortamda, “tek çare yargı reformu” denmesi, sorumluluğu, sadece mevcut düzenlemelere atma aymazlığı anlamına gelir.

DÜZENLEME SAKAT, UYGULAMA SORUNLU

Sorunun ana halkası, özel yetkili Erzurum savcısı ve naip hâkimin kararı ile, Erzincan başsavcısının, kişi özgürlüğünden alıkonularak hapsedilmiş olması.

Yargı düzeninde sapma anlamına gelen özel yetki, 12 Eylül hukukunun ve DGM’lerin bir uzantısı olsa da, – demokratikleşme adı altında- 2004’te kotarılan düzenlemedir. Fakat bu yetkilere rağmen Anayasa ve ilgili yasa çerçevesinde, bir başsavcıyı görevi başında yakalama, gözaltına alma ve tutuklama yetkisi, ilke olarak, ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ile haklı görülebilir.

Tersi yöndeki işlemlere tepki olarak HSYK, ani bir kararla savcı Osman Şanal’ı görevden aldı; naip hâkime dokunmadı. Yargıtay ve Danıştay, HSYK’yi destekledi.

BİRİNE TAM DESTEK ÖBÜRÜNE TAM CEPHE

Erzurum kararını destekleyen Adalet Bakanı, HSYK yerine, Başbakan başkanlığındaki toplantıya katıldıktan sonra, başkanı olduğu Kurul’u hedef aldı..

Bşb. Yrd. Arınç, basın toplantısıyla, HSYK üyelerine ağır eleştiriler yöneltti. TBMM Başkanı Şahin, “Görevdeki savcı azledilemez” diyerek Erzurum’a destek verdi. Başbakan Erdoğan ise, “Siyaset yapmak isteyen partiye katılsın” sözleriyle Arınç’ı doğruladı.

Görevden el çektirilen savcı Şanal’ın, anında dosyayı İstanbul’a göndermesi, aslında siyasal halkayı tamamlayıcı bir özellik taşıyor. Nitekim İstanbul, görevsizlik nedeniyle dosyayı iade etti.

Bu arada, -Ergenekon davası ile bağlantısı dillendirilen- Cihaner’in suçu konusunda somut öğeler yerine, dinsel cemaatleri soruşturmuş olması öne çıkarıldı. Basına yansıyanlar ise, Ergenekon’un tersi yönünde: faili meçhul cinayetleri ve JİTEM’i soruşturdu, rant-siyaset ilişkisine dokundu…

Bilindiği gibi, Ergenekon davası, AKP’nin demokrasi zaafını bir kez daha teyit etti; çünkü, fikrî bakımdan muhalif kesimi bastırma aracı olarak kullandı. Ergin-Arınç-Erdoğan ve Şahin söylemi, birbirini tamamlıyor. HSYK’ye karşı mevzilenen devlet ricali, kullandığı yetki çok tartışmalı olan savcıya tam destek verirken; Başsavcıyı görevinden ve özgürlüğünden alıkoyan işlem ve eylemlere karşı, bırakın tepkiyi, kuşkucu bir tavır bile koyamıyor.

Anayasal kurumlardan çok, parti mekanizmasını işleten veya kurumsal olmayan toplantıları alışkanlık haline getiren siyasal iktidarın hukuka bakışı açısından, sonuç şu: muhaliflerin bastırılmasında hukuk kurallarına uyulmayabilir, usul esasa feda edilebilir. “Dünyevi ve uhrevi” müttefikler ise, hukuktan bağışık görüldüğünden, onlara hukuk yoluyla dokunanların etkisiz hale getirilmesinde, hukuk dışı yöntemler mubah.

Konuya, yargı açısından bakıldığında; Cihaner olayına müdahalede tek yetkili organ HSYK olmakla birlikte, genel olarak savcı ve yargıçların, özellikle Yargıtay’ın özgürlükçü ve demokratikleşmeye katkı sağlayıcı bir anlayışı yansıtmadığı görülür.

REFORM SÖYLEMİ, GERÇEKÇİ Mİ?

Böyle bir ortamda AKP kurmayları, Anayasa yoluyla yargı reformunu yeniden ısıttı.

Oysa, yapılması gerekenler, “yargı reformu veya anayasanın yenilenmesi” söylemlerinin ötesinde, siyasal ve demokratik bir sorun olarak da ele alınmalı. Gerçekten, insan haklarını temel alan bir bakış açısı geliştirilemediği sürece hukuk, şu veya bu şekilde “arkasından dolanılması meşru” bir “ayakbağı” olarak görülecektir.

Herkesin hukuk önünde eşit olması gerektiği ilkesi, Hukuk devleti düşüncesi kadar eski; ne var ki, bu ilkenin geleceğe dönük olarak ülkemizde uygulamaya geçirilmesi, yoğun ve sürekli bir toplumsal ve siyasal çabayı gerekli kılmaktadır.

Kaldı ki günümüz Türkiyesi, neyin ve nasıl yapılacağı konusunda, öfke, kavga ve iftira kampanyaları ile kuşatılmış durumda. Referandum tehdidi ise, iktidar partisinin uzlaşmacı ve müzakereci demokrasiye ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Şimdilik görünen şu: çoğunluk partisi, adındaki adaletin telaffuz edilmesine denli duyarlı ise, tam tersine, ülkedeki adaletin o ölçüde uzağında…

Yoruma kapalı.