“ BARIŞ: NE DÜNYADA, NE DE YURTTA! ”

- Devamı için tıklayınız -

BARIŞ: NE DÜNYADA, NE DE YURTTA!

İbrahim KABOĞLU

Afganistan ve diğer çatışma bölgeleri bir yana, Maşrıktan Mağribe uzanan mekanda, barış değil savaş önde. Suriye iç, Libya ise, iç ve uluslararası savaşta. Ya Kandil’e yönelik saldırılar? Hem iç, hem sınır-ötesi. Bu konuda sadece iki uç eğilime işaretle yetineceğim: saldırı hemen durmalı/ Kandil daha çok bombalanmalı ve hava harekatından sonra kara saldırısı başlatılmalı…

İşin çelişkili yanı, Hükümet, Kandil’den çok Suriye ile ilgili; Libya ile daha fazla meşgul. Ama asıl çelişki, daha derin: Kandil mukimleri, iki yıl önce “devlet töreni” ile karşılanmamış mıydı? Suriye ile ortak bakanlar kurulu toplantı denemeleri, daha ileri bir siyasal birlik amacına yönelik değil miydi? Başbakan, Kaddafi’nin sunduğu ödülü almak için Trablusgarb’ı şereflendirmemiş idi?

Üç çelişki için, ortak bir soru: her üç ülkede taraflar aynı olduğuna göre, temel çelişkiler, temel bir hata veya hatalar zincirinden kaynaklanmıyor mu?

Türkiye medyasının bir kısmı için, bunlar kayda değer olaylar değil. Genelkurmay’ın 27 Nisan e-bildirisini internet sitesinden kaldırması, “tarihî önemdeki gelişme” olarak nitelendiriliyor da, o muhtıranın 52 aydır neden sitede tutulduğu ya da kaldırtılmadığı sorgulanmıyor…

Önce, Libya’daki duruma uluslararası hukuk açısından değineceğim. Müdahale süreci, uluslararası insancıl hukuk temelinde başladı. BM Güvenlik Konseyi’nin 1970 ve 1973 sayılı kararlarını bu çerçevede değerlendirebilmek için, yapılan müdahale, Kaddafi yönetiminin baskısı nedeniyle yaşamı tehlikede bulunan halkın güvenliğini sağlamakla sınırlı kalmalıydı. Libya’da yaşanan ise, tam bir savaş ve hedef, ne kadar kan dökülürse dökülsün Kaddafi yönetimini devirmek oldu. Bu nedenle, NATO güçleriyle yapılan müdahale, uluslararası insancıl hukukun sınırlarının çok ötesine geçti.

İki soru: Libya toprakları petrol yatakları ile dolu olmasaydı, yönetime muhalif güçlerin yaşamı Batılılar gözünde o denli değer kazanabilir miydi? Gelişimini büyük ölçüde son yirmi yılda tanık olduğumuz olaylara borçlu olan uluslararası insancıl hukuk, baskı altındaki halk ve topluluklara, bundan böyle ne kadar güven verecek?

Dönelim yurda: üç boyutlu -geniş anlamda- savaştan söz edilebilir.

1) PKK ile savaş: buna, Kürt nüfusun bir kısmı, coğrafyanın ise daha fazlası denebilir. Çünkü mekan, ne Kürt bölgesi ile sınırlı, ne mısak-ı milli sınırları ile.

2) Türkiye ülkesi ile “savaş”: çevresel, doğal, tarihî ve kültürel değerler, acımasız bir biçimde yok ediliyor, hatta talan ediliyor. İnsanlar, doğal yaşam mekânlarından koparılıyor, çevreye ve yaşam ortamlarına yabancılaştırılıyor.

Yabancılaştırma konusunda, her iki savaş arasında benzerlik yok değil:

– Güvenlik gerekçesiyle, ‘90’lı yıllarda köyler boşaltıldı; on binlerce insan, yerinden-yurdundan uzaklaştırıldı, yaşam ortamına yabancılaştırıldı. Zorunlu göç, toplumsal barışı dinamitleyici etkiler yarattı; bunlar devam ediyor.

– Enerji gerekçesiyle inşa edilen barajlar ve santrallerin neden olduğu ve olacağı doğal yıkım sonucu, insanlar, yaşam ortamlarından koparılarak yabancılaştırılıyor. Bu da, toplumsal ve çevresel barışı dinamitleyen bir süreç…

3) KHK yoluyla iktidar savaşı: AKP çoğunluğu ve Hükümeti’nin yasama faaliyeti, nitelik açısından çok eleştiri aldı. Özellikle “torba yasa” uygulaması, bu sütunda da hayli eleştirildi. Ama en azından TBMM’de tartışılması, yasal saydamlığı sağlıyordu.

Buna karşılık, 2011 yazı, “Kanun Hükmünde Kararnameler” (KHK) mevsimi oldu. Hemen seçim öncesi yürürlüğe konulan 12 KHK ile bakanlıklar ve üst yönetim yapısı yeniden şekillendirildi. Bakan yardımcılıkları öngörüldü…

Seçim sonrası ise, art arda yürürlüğe konan “torba kararnameler”, imar, çevre ve orman alanları da ilgilendiren çok temel konuları kapsamına alıyor. Üstelik, kamuoyu bilgisinden ve siyasal partilerin müdahale olanağından uzak bir şekilde. Konu olarak Anayasa’ya ve norm koymada saydamlık ilkesine aykırılıklar açık. TBMM’nin açılmasına haftalar kala izlenen bu yöntem, adeta bir savaş ortamını andırıyor. Olağanüstü hal KHK’ları bile daha özenli hazırlanıyordu. Yapılanlar, iktidarı pekiştirmek amacıyla hukuku katletme yöntemi olabilir. Ne var ki, siyasal iktidarın meşruluğunu sorgulatan bir uygulama olduğu açıktır.

Sonuç: Türkiye, bir barış toplumu ve ülkesi olmaktan hızla uzaklaşıyor. Anayasa yoluyla mı toplumsal barış sağlanacak? Bunun için önce, “anayasal barış” ortamı gerek…” Zafer-Şeker-Barış” bayram ve günlerinin üstüste geldiği bir haftanın yazısı, keşke daha farklı olabilseydi!

Yoruma kapalı.