“ TEK PARTİ İKTİDARI: ON YILLIK BİLÂNÇO İÇİN… ”

- Devamı için tıklayınız -

TEK PARTİ İKTİDARI: ON YILLIK BİLÂNÇO İÇİN…

On yıllık tek parti yönetiminde ülkenin insan hakları (İH) ve demokrasi görüntüsü ne? Türkiye, nereye gidiyor veya götürülüyor? Yanıtlar, kuramsal irdelemelerden çok, somut verilerde aranmalı.

ÇOK PARTİLİ DÖNEMDE BİR İLK

2003-1012: üç yasama dönemine yayılan 10 yıllık iktidar, çok partili dönemde bir ilk. DP: 14 mayıs ’50 – 27 mayıs ’60; AKP: Kasım 2002-Mart 2012; olağan koşullarda 2015’e kadar iktidarda kalacağına göre, 13 yıllık kesintisiz iktidar (ama eğitim kesintili!).

CHP’nin tek parti iktidarından sonra, bir partinin kesintisiz en uzun hükümetleri. Farkı: tek parti döneminde başbakan ve bakanlar değişiyordu… Gerçi, bakanlar şimdi de değişiyor; ama kaydırma yoluyla 10 yıldır görevde olan bakan sayısı az değil…

Değişen bakanlar ise, partinin A takımından olduğu halde, birbirinden çok farklı, hatta tamamen tersi yönde politikalar izleyebiliyor. MEB örneği: değişen dört bakandan hiçbirinin öğretmenlikten gelmiyor olması, ayrı konu. Ama her birinin izlediği ve uygulamaya koymaya çalıştığı politika, farklı partilerin bakanları izlenimini uyandırmıyor değil.

Önce, başa dönelim: 2002’de Ecevit Başbakanlığındaki koalisyon Hükümetince, 2001 anayasa değişikliklerine uyum yasa paketlerinin 3.sü, 3.8.2002’de çıkarılmıştı; kayda değer üç yenilik ile: dil, azınlıklar ve İH Avrupa Mahkemesi kararları ışığında yargılamanın yenilenmesi…

4. ve 5. paketleri hazırlayan AKP Hükümeti, yasa yapımında izlenen yol ve yöntem bakımından, içerik olarak dağınıklık ve tutarsızlık, yetersizlik ve çelişkiler açısından eleştirilmekle birlikte, attığı olumlu adımlar vesilesiyle destekleniyordu.

İşkencenin yaygın mı, yoksa sistematik mi olduğu tartışılıyordu. Hazırlanan raporlarla, İnsan haklarının, -kişi özgürlüğünden azınlık haklarına kadar- ilerletilmesi yönünde somut önerilerde bulunuluyordu…

Ne var ki, AKP hükümetleri, ilk yıllardaki yasal kazanımların bazılarını, ilerleyen yıllarda geri aldı… Anayasa konusuna hiç girmiyorum…

Şimdi, son döneme göz atalım:

9 AY = 3 YASA

12 Haziran 2011 seçimlerinden bu yana, TBMM’den çıkan yasaların çoğu, bazı uluslararası sözleşmelere ilişkin “uygun bulma kanunu”. Bütçe Kanunu ve Kesin Hesap Kanunu dışında, 10 yasada kısmî değişiklikler yapıldı: bunlar arasında, Çek Kanunu, MİT Kanunu, Emekli Sandığı Kanunu, Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu, Askerlik Kanunu, vs. var.

Yasalar ise şunlar: Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair, Çoğaltılmış Fikir ve Sanat Eserlerini Derleme ile Cumhurbaşkanı Seçimi. Bunlara, TBMM Başkanlığı İdarî Teşkilatı Kanunu da eklenebilir. Önceki yazılarımda işlediğim KHK’lar “kara deliği” ise, bu gri tabloyu küllendirecek vahamette…

KESİNTİLİ EĞİTİM: ALTYAPI

Güncel olan ise, 4+4+4 yasası: “8 yıllık zulüm” deniyor, pişkin bir tavırla. Eğer bu tür beyanlarda bir nebze dürüstlük varsa, bu bir itiraf: “en uzun dönemli zulmü biz yaptık!”

Burada, 60 ay dayatmasının, eğitim ilkelerine aykırılığı veya nüfusun yarısının köylerde yaşadığı Anadolu coğrafyasında uygulanamazlığı üzerinde durmayacağım. Ya da, sırf (birkaç on bin çocuğun) geniz yapısı oluşmadan (5+4=9 yaş) Kur’an telaffuzu adına, milyonlarca çocuğu beş yaşında okul yollarına dökmek, nasıl haklı gösterilebilir?

Asıl sorun, devlet eliyle “dindar kuşak” yetiştirme ile “8 yıllık kesintisiz eğitim zulmü” şeklindeki söylem arasında eş zamanlılık .

Eğer yasalaşırsa, sayı üstünlüğünün ve kaba gücün kotardığı yeni eğitim sistemi, çağdaş Türkiye’nin yeni kuşaklarını yetiştirecek! 60 aylık çocuklar, yeni eğitim sistemi ile, “eylemli bir mücadele” ile kazanılan(!) hakkı kullandıklarını kanıtlayan görüntülerle mi tanıştırılacak?

“DİN VE SOY AYRIŞMASI” TEHLİKELİ…

Kişi güvenliği, düşünce ve ifade özgürlükleri ile gösteri ve örgütlenme özgürlüklerinin giderek eğreti bir hale geldiği 2012 ortamında, en büyük tehlike, ideolojik ve sınıfsal bölünmelerin, yerini, din ve soy temelinde ayrışmalara bırakmış olması.

“Ben Alevî’yim” diyen, “hayır, sen de Müslüman’sın, Cemevi ibadet yeri değil” karşılığı ile; “Ben Nevruz bayramımı kutluyorum” diyen Kürt ise, “hayır, Nevruz benim de bayramım; ancak benim koyduğum kurallara göre kutlayabilirsin!” yaklaşımıyla püskürtülüyor.

Gerçi sınıfsal temelde örgütlenen 1 Mayıs gösterileri de, kanlı biçimde bastırılmıştı; ama, orada hiç değilse, işçi-iktidar çelişkisi veya mücadelesi vardı.

Önünüze din konunca, mücadele ortamı, yerini korku ortamına bırakıyor. Dünyevî- uhrevî ayrımında, “Türkiye gemisi” yalpalıyor… Bunlar bilanço için ipuçları değil mi?

Yoruma kapalı.