“ 12 EYLÜL DARBESİ: ASKER-SİVİL İTTİFAKININ SÜREKLİLİĞİ… ”

- Devamı için tıklayınız -

12 EYLÜL DARBESİ: ASKER-SİVİL İTTİFAKININ SÜREKLİLİĞİ…

Evren ve Şahinkaya aleyhine açılan dava ve müdahil olan taraflar, 12 Eylül ile hesaplaşma yolunu açar mı? Siyasete demokrasi dışı müdahalelerin hesabı yargı önünde görülebilecek mi, yoksa sorun yargısallaşamadan günlük siyasetin aracı haline mi getirilecek?

Darbe geleneğinde “güvenlik” söylemi baskın. “İstikrar” vurgusu, sivillerce de sevilir.

“Güvenlik”, 11 Eylül akşamı ile 12 Eylül sabahı arasındaki ayrım çizgisinde somutlaştırılır ve darbenin “meşruluk” öğesi olarak sunulur.

12 Eylül yönetimi, “daha az demokrasi” sonucunu doğuracak kural ve yapılanmaları, genellikle “istikrar” kavramı ile gerekçelendirmişti. TBMM seçimlerinin 4 yıldan 5 yıla çıkarılması, başta gelir. Senato’nun kaldırılması, Millet Meclisi üye sayısının azaltılması, seçmen yaşının yükseltilmesi, “istikrar” adına daha az demokrasinin göstergeleri idi. Yüzde on baraj da, aynı mantık örgüsüne dayanıyordu.

Bu önlemlerin Türkiye’nin siyasal gerçeklerine uygun düşmediği, ilerleyen yıllarda açıkça görüldü ve çoğu kaldırıldı. TBMM seçim süresinin 4 yıla indirilmesi, bunun son halkasını oluşturdu. Hatta, 2007 değişikliğinin tek olumlu öğesi.

Ne var ki, 12 Eylül’den kısmen de olsa bu uzaklaşma, CB seçiminin TBMM yerine halka bırakılması, 12 Eylül ruhuna uygun bir adım oluşturdu. Çünkü bu, CB’nin anayasal sistem içerisindeki yerinin güçlendirilmesi hedefinde 12 Eylül’ün eksik bıraktığı bir öğe idi.

12 Eylül yönetimi, sınırlayıcı ve yasaklayıcı kurallar yoluyla toplumu yeniden şekillendirebileceğini zannediyordu. Bu tür düzenlemeler, bu hedefin aracı olacaktı. Ama tutmadı. Mesela, TBMM seçimleri, tek partinin çoğunluğa sahip olduğu dönemlerde bile, her defasında öne çekildi. Bu nedenle 5 yıllık anayasal sürenin 4 yıla indirilmesi, Türkiye’nin siyasal gerçeklerinin gereği idi.

AK Parti kurmaylarının ise, “hata ettik, yanlıştan dönmek istiyoruz” demeleri ne anlama gelir?

– “Ülke dışında inisyatif”: Başbakan’ın dış seyahati sırasında yaptığı çağrı sonucu olması, hukuki düzenlemede alışkanlık haline getirilen tepeden inisyatif tarzı olması itibariyle şaşırtıcı değil.

– “Demokratik özeleştiri”: Öte yandan, on yıllık iktidar döneminde bir kez de olsa, açıkça “hata yaptık” sözlerine sevinmeli mi?

– “12 Eylül’ü okşamak”: Eğitimde, 8’den 4’e düşerken, “28 Şubat sürecinin dayatması” gerekçe yapıldığı halde, TBMM’de 4’ten 5’e çıkmak, 12 Eylül’ün yasama organını halktan uzaklaştırma operasyonuna geri dönüş olarak görülemez mi?

Dönelim davaya: 2010 Anayasa değişikliği sonucu 12 Eylül darbecilerine karşı başlatılan yargılamanın gerçekçi bir zeminde yürütülmesi, iki koşula bağlı:

-Anayasal ve yasal düzen/zemin: Burada öne çıkması gereken suçlama, “anayasal düzenin silah zoruyla ortadan kaldırılması” üzerine inşa edilmeli. Evren ve Şahinkaya, baş sorumlular.

-Kötü muamele, işkence, öldürme, işten çıkarma: bireysel ve kolektif olarak neden olunan ve etki ve sonuçları bugün de sürmekte olan mağduriyetin hesabının sorulması. Bunun için, işlenen suçların “insanlık suçu” olarak kabul edilmesi gerekir. Bu suç, sorumlular halkasını genişletir, yürütme-idare ve yargı alanını kapsamına alır.

1)“Anayasal/yasal düzen açısından”: Anayasa oylamasında, 16.945.545 kabul, 1.594.761 red oyu verildi.

Kabul oyu neden bu kadar yüksek oldu? İlk neden, 12 Eylül yönetiminin haklılığına duyulan inanç… İkinci neden, ne olursa olsun, bir an önce olağan yönetime geçme isteği… Üçüncüsü ise, korku: yani, “hayır dersem, başıma bir iş açılır” kaygısı.

Geçen 30 yılda, 8 kez seçim yoluyla oluşan Meclis’ler, bu metni kısmen başkalaştırmış olsa da, kurduğu devletçi yapı ve temel felsefesine dokunmadı. Anayasayı yenileme zorluğu açık olsa da, gözden geçirilmesi çok daha kolay olan yasal zemin muhafaza edildi: Düşünce ve ifade, toplanma ve örgütlenme, kişi özgürlüğü ve güvenliği alanları, düzenleme, uygulama ve zihniyet bakımından o dönemin uzantısı. Bu nedenle, siyasal/anayasal ve yasal düzlemde hesaplaşma söylemi, gerçekçi değil.

2)“Devam eden mağduriyetler” bakımından mümkün mü? Aslında, ana hedef bu olmalıydı. Ne var ki, bunu, mevzuat açısından, önceki başlıktan ayrı ele almak zor. Muhataplar açısından; sivil-asker ittifakı görmezlikten gelinemez. Bu,“24 Ocak kararları” nı uygulamaya geçiren iktisadi alanla sınırlı değil sadece. Kamu görevlerinde işe son vermeden idamlara kadar, asker-sivil ittifakı var. Özal’dan günümüz politikacılarına kadar, doğrudan veya dolaylı ittifakın devamlılığı, “12 Eylül yargılaması”nı, “Susurluk kazası”na benzer bir sürece sokabilir…

Sonuç: asker-sivil ittifakıyla kurulan 12 Eylül vesayetini, sadece onun uzantısı olan yargı yoluyla kaldırma çabası, gündemi işgal edebilir, ama hukuk devletine giden yolu açamaz.

Yoruma kapalı.