İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından açılan soruşturmayla gündeme gelen İstanbul Barosu Başkanı, anayasa hukukçusu Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, Türkiye’de son aylarda yaşanan gelişmeleri, temeli 200 yıl öncesine dayanan kurumların işlevsizleştirilmesi sürecine bağlıyor ve “Hukuk ve anayasa, iktisat ve iktisadi kavramlar, siyaset ve siyasi kavramlar kirletilince Kartalkaya oluyor, Çorlu kazası oluyor, İliç oluyor” diyor.
İstanbul Barosu, Suriye’de öldürülen Nazım Daştan ile Cihan Bilgin için 21 Aralık 2024’te sosyal medya hesabından yaptığı paylaşım nedeniyle, “basın ve yayın yolu ile terör örgütü propagandası yapmak” ve “basın ve yayın yolu ile halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak” ile suçlandı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, mahkemeye ilettiği resmî yazıda İstanbul Barosu yönetiminin düşürülmesini istedi.
- Ardından 25 Ocak’ta İstanbul Barosu Yönetim Kurulu üyesi Fırat Epözdemir, “silahlı terör örgütüne üye olmak” suçlamasıyla İstanbul Havalimanı’nda gözaltına alındı.
Bu süreci değerlendirmek için buluştuğumuz Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, bugün İstanbul Barosu Başkanı kimliğiyle öne çıksa da yıllarını Anayasa çalışmalarına ve hukuka vakfetmiş bir isim. Kaboğlu, Türkiye’de son aylarda yaşanan gelişmeleri, temeli 200 yıl öncesine dayanan kurumların işlevsizleştirilmesi sürecine bağlıyor ve “Hukuk ve anayasa, iktisat ve iktisadi kavramlar, siyaset ve siyasi kavramlar kirletilince Kartalkaya oluyor, Çorlu kazası oluyor, İliç oluyor” diyor.
Hukuk açısından olağanüstü bir dönemden geçiyoruz. İddianameler ve soruşturmalar birçok soru işareti yaratıyor. İstanbul Barosu da benzer bir soruşturma sürecinden geçerken bu dönemi nasıl yorumlarsınız?
Sorunuz “Türkiye’nin en çok neye ihtiyacı var?” olsaydı, “Hukuka” derdim. Toplumun hukuka gereksinimi var. Ortaokul yıllarımdan başlayarak, 1965’den 2025’e kadar Türkiye tarihine tanıklık ettim, hiçbir dönem hukukun bu denli araçsallaştırıldığı, bu denli siyasetin de demiyorum iktidarın bekası uğruna kullanıldığı bir dönemi hatırlamıyorum. Bu çerçevede son aylarda yaşadıklarımız aslında bir “hukuksuzluk dönemi” olarak nitelenebilir.
Bunu sizin söylemeniz önemli, siz kişisel hayatınızda da farklı dönemlerde hukuksuzluğun gadrine uğramış bir insansınız. Bu dönemin daha sert olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Evet, ben de bizzat hukuksuzluk mağduru oldum. Hukuk dışı uygulamalarla karşılaştım, yargılandım, hatta çokça yargılandım ama bu dönem farklı bir dönem. Çünkü bütün bu uygulamalar, yargılamalar, sözde yargılamalar aslında hukukun asgari gereklerini yansıtmıyor.
Adil yargı diyoruz, sav-savunma-hüküm diyalektiği kavramlarını Hukuk Fakültesi birinci sınıftan itibaren öğrencilere öğretmeye çalışıyoruz ama şu an gerçekten hukukun ikinci plana atıldığı bir dönemden geçiyoruz.
Şöyle bir çelişki yaşanıyor, hukukun ihlali yaygınlaştıkça ve derinleştikçe Ankara’dan birileri çıkıp “Hukuka uygun karar veriliyor” ya da “Hukuk devletiyiz” diyebiliyor. Yaşananlar gerçekten Anayasa’nın öngördüğü kurallar çerçevesinde cereyan ediyormuş yanılgısı oluşturuluyor. Bizzat uygulayıcılar tarafından hukuk sürekli ihlal ediliyor.
Bugün uygulanan Dezenformasyon Yasası ve gündemdeki Etki Ajanlığı ile beraber düşünülünce nasıl bir tablo çıkıyor ortaya?
TCK madde 217/A yani Dezenformasyon Yasası, 1 Haziran 2022’de Dijital Mecralar Komisyonu’na gelmişti. Komisyonlarda ve genel kurullarda yaptığım konuşmalarda özetle şunu dillendirmiştim:
“Bu yasa çıkarsa savaş hukukunun teknik bir alanında geçerli bir suçun, olağan hukuka yansıtılması” anlamına gelecekti.
Sürekli bir savaş hâli gibi mi?
Aynen öyle. Şimdi dahasını söyleyeceğim, “savaşın ötesinde” diyeceğim. O sırada “Bu suçla Türkiye’de birçok düşünce suçlusu yaratacaksınız, düşüncelerin açıklanması dezenformasyon olarak nitelendirilecek ama aslında bu yasa resmi dezenformasyonlar yaratacak” demiştim. Şimdi buna tanık oluyoruz.
“Dezenformasyon suçu işliyorsunuz” deniyor, İstanbul Barosu için de kullanılan suçlama bu ama aslında her gün anayasal dezenformasyon suçu işleniyor. Önce siz anayasaya saygı gösterin, anayasanın hangi hükmünün bütün bu yasama, yürütme, yargı yetkisine müdahale ettiğini, zedelediğini ortaya koyun.
Ne yazık ki 2022 Haziran’ında gündeme gelen ve 2022 Ekim’inde yasalaşan Dezenformasyon Yasası sırf düşüncesini açıkladığı için binlerce suçlu yarattı. Örneğin İstanbul Barosu bir açıklama yaptığı için İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı kamuoyuna “İstanbul Barosu yöneticileri teröristtir” diyor. İşte bu dezenformasyondur. Burada çok ciddi bir kısırdöngü var.
Bu kısırdöngü aşılabilir mi?
Bu bilgi kirliliği hukukla sınırlı değil. Siyaset kirletildi. Bu siyasal söylemler, kullanılan kavramlar, ayaküstü konuşmalar, siyasetçilerin birbirlerini suçlamaları hep bir kirli dili gösteriyor. “Kartalkaya’daki cinayetin, İliç’teki cinayetin nedeni neo-liberalizmdir, kapitalizmdir” deniyor. Oysa hiç ilgisi yok. Böyle bir cinayet, kapitalizmin uygulandığı başka ülkelerde yaşanmıyor. Bizdeki sistem neo-liberalizm değil kaptı kaçtıdır. Vahşi kapitalizmdir. Düzenlenmeyen, denetlenmeyen ve hâliyle yaptırım uygulanamayan bir alandayız.
Şöyle düşünelim, Kartalkaya’da doğa savunucuları sürdürülebilir turizm için otelleri protesto etseydi gözaltına alınırlardı. Fakat orada insan yaşamını yok eden bir bina tamamen dokunulmazdır. Dolayısıyla hukuk, anayasa kirletilince, iktisat ve iktisadi kavramlar kirletilince, siyaset ve siyasi kavramlar kirletilince Kartalkaya oluyor, Çorlu kazası oluyor, İliç oluyor.
Deprem de oldu.
Deprem de oldu. Oldu da oldu. Dikkat edin Kartalkaya’nın ilk günlerinde “Sorumlular cezalandırılsın” deniyordu. Sonra yeni bir olay oluyor, o olay unutuluyor. Neden böyle? Çünkü o üç kirlenmenin ürünü bu.
Cumhurbaşkanlığı “Ben cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini kurdum” diyor. Oysaki hükümet tarihimizde ilk kez ilga edildi. Cumhurbaşkanlığı makamı da anayasanın tanımladığı anlamda yok. Anayasaya göre, “Tarafsızlığa ant içerim” diyor. Oysa parti başkanı demek zaten taraf demek. Sistem de yok. Yarın nasıl bir Türkiye’de uyanacağımıza dair hiçbir hukuki güvenlik yok. İktisat dili kirli, siyaset dili kirli, anayasal dezenformasyon var.
Mesela turizm ajansına dair kanun görüşülürken tüzel kişilik tanımının net yapılmasını istemiştim. Hangi tüzel kişilik? Kamu mu, özel mi? Kamu olması gerekir. “Hayır hocam hiç önemli değil” denildi. İkisinin statüsü farklıdır, muhatabı farklıdır, sorumluluk ilkesi farklıdır. Belirginleştiremedik.
İktisadi alanı kim düzenleyip denetleyecek? Düzenleyen, denetleyen bağımsız idari otoriteler olmalı normalde. Yani özerk ve uzman kuruluşlar. Tıpkı Merkez Bankası, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu, RTÜK gibi… Bu kurumlar başlangıçta böyle öngörülmüştü. Kamu yaşamı içinde öyle alanlar doğdu ki, afet, çevre, bilişim gibi, klasik devlet örgütlenmesinde mündemiç olan işlevler dışında yeni ve özerk kuruluşlara ihtiyaç oluştu.
2017’de bir bellek kayması oldu
Peki bunlar kurulabildi mi? Kurulsa da işlevselleştirilebildi mi?
Kopenhag Kriterleri öncesi ve sonrası biraz kurmaya çalıştık, hayli adım attık. İdari hiyerarşi içinde yer almayan ama çalışan kurumlara ihtiyacımız vardı. Fransa’ya, Almanya’ya baktığınız zaman bu kurumlar özerk vaziyettedir. Bunu özerk yapmadığınız zaman deprem olunca bant daraltması yaparsınız. Siyasilerden hesap soramazsınız.
Büyük ölçüde kurulan kurumlar demin bahsettiğim üçlü kirliliğin kurbanı oldu ve flu hâle geldi. Merkez Bankası’nın durumunu gördük. Kur korumalı mevduatın yarattığı kriz ortada. Meclis’te bunu “KeKeMe” olarak nitelendirmiştim. Sonuç olarak bir gecede döviz sahipleri zenginleşti, on milyonlarca yurttaş yoksullaştı. Böyle bir şey olabilir mi?
Farklı alanlarda kurumların çalışmasındaki aksaklıklar belki bir yere kadar tolere edilebilir ama adalet kurumlarının aksaması, “Bu yapılmaz” denilen şeylerin yapılabilir hâle gelmesi, toplumsal güven hissini nasıl etkiliyor?
Son kitabım Yurttaşların Temel Hakkı Olarak Anayasal Bilgilenme Hakkı ve Kamuoyu bu konuyla odaklanıyor. 2017’de bir bellek kayması oldu. Genellikle bütün kazanımlar için cumhuriyete gideriz, buna itiraz ediyorum. Cumhuriyet öncesinde, 1800’lerin başında da bir süreç vardı. Yargıtay, Sayıştay, Danıştay gibi kurumlar üzerine çalışılıyordu; Tanzimat, 1. Meşrutiyet, 2. Meşrutiyet kavramlar, kategoriler, temel kanunlar üzerine kafa yordu ve cumhuriyetin kurucuları önceki kazanımları ellerinin tersiyle itmeden üzerine artılar koydular. O deneyimi aktarmayı bildiler.
2017’ye baktığımız zaman tarihimizde ilk kez hükümet lağvedildi. İlk kez siyasal sorumluluk, hesap verebilirlik kavramı kalktı. İlk kez yürütme ve devleti temsil yetkisi birleştirildi. Önceki hükümetle cumhurbaşkanlığı birleştirildi. Cumhurbaşkanı fiilen parti başkanı oldu. Hep ilkler yaşandı.
Bu açıdan baktığımız zaman hükümetin tasfiyesi 200 yıllık tarihin tasfiye edilmesi değil yalnızca. Sadrazamlık kurumunun temelleri Fatih Sultan Mehmed tarafından atıldı. Yani devlet başkanlığı ile günlük yürütme faaliyetleri o dönemden itibaren ayrılmaya başlandı. Anayasa bilimi, 20. yüzyılın sonunda büyük ölçüde tamamlandı. Devlet yönetimi meclisler, kurullara, kurumlara ve hatta yasama yürütme yargının yetmediği noktalarda bağımsız özerk ve uzman kurumlara verildi. Sorumluluk paylaşıldı. İşte bu sorumluluk paylaşımı, bu düzenleme ve denetim mesela o otel faciası ihtimalini asgariye indiriyor.
Böyle bir şey yaşansa bile sorumlu kim bunu bulmayı da kolaylaştırır aslında.
Elbette. Düzenlemede mi, denetimde mi, uygulamada mı bir sorun var bunu görebiliriz. O zaman yaptırım da uygulanır. Fakat şimdi 200 yıllık devletin temel kurumları tasfiye edildi. Bunu mutlaka görmeliyiz. Mecliste “Siyasal sorumluluk kuralı kaldırıldı” dediğimde AKP’li vekiller “Hocam teessüf ederiz” diyordu. 2017’de ne oylandığını milletvekilleri de bilmiyor.
45 yıl boyunca anayasa hukuku anlattıktan sonra TBMM’de 5 yıl bunların pratiğini yaptım. Karar alma mekanizması tek elde toplanıyor. Resmi bütün olarak görmeyip anayasal ve siyasal sistemin ne olduğunu, ne olmadığını göz önüne almazsanız o zaman Kartalkaya olduğunda “Bakan istifa” diyebilirsiniz. Hiçbir anlamı yok bence.
Muhatapsızlıktan dolayı bu bir çeşit sağaltma yöntemine mi dönüştü? İnsanlar haklı olarak biri sorumluluk alsın istiyor.
Ama yararlı değil. Kimi sultanizm dedi, kimisi hiper başkanlık dedi. Ben 2017 konfigürasyonu ya da kurgusuna “parti başkanlığı yoluyla devlet başkanlığı ve yürütme” diyorum. Fiilî ve hukuki durum birleşti. Biraz uzun bir tanım ama tamı tamına anlatıyor.
2. Abdülhamid’in karşısında hükümet vardı. İlk kez bir kişi devlet adına en küçük memurun bile sicil amiri ama o kişi aynı zamanda Türkiye Varlık Fonu’nun da başkanı. “Bakan istifa” dediğiniz zaman bunu meşrulaştırmış oluyorsunuz. Çünkü Bakan zaten istifa hakkına sahip değil.
Affını isteyemez mi?
Tam da bu noktaya geliyoruz. Resmî Gazete’de “affını talep etti,” “affedildi” ifadeleri geçiyor. Neden “Hukuk kirletildi ve tamamen keyfî alana çıkıldı” diyoruz, çünkü Resmî Gazete’ye bunu yazamazsınız. Anayasa’nın 6. maddesine göre, kaynağını anayasadan almayan hiçbir devlet yetkisi kullanılamaz. Yok hükmündedir. Bu madde, “Egemenlik ulusundur” der. Yetkiyi Türk milletine verir. Yaşananlar buna bir itiraz. Bunu görmez isek o zaman Kartalkaya’yı anlayamayız.
Yaşadığımız dönemi tanımlamamız gerekirse herkesin hukuka ihtiyaç duyduğu, tüm toplumsal kesimlerin adalet beklentisinde eşitlendiği bir zamandan geçtiğimizi söyleyebilir miyiz?
Kartalkaya tipik tabii ve pek çok hususu düşündürüyor. Kurumlar kendiliğinden oluşmadı. İstanbul Barosu müstesna bir örnek mesela dünya çapında. Çünkü 1878’de kurulmuş. İki kıta üzerinde yetkisi, 67 bin üyesi olan bir Baro. Bu özellikleriyle benzersiz.
Devlet nasıl oluştu, din devletten nasıl ayrıştı, laiklik nasıl kavramlaştı, bütün bunlar size bir hatırlatma yapıyor. Sayın Erdoğan, 10 Mart 2023’te depremin üzerinden 35 gün geçmişken seçimleri 35 gün önceye aldı. Sonra 22 Mart 2023’te televizyonda “Ben bütün bakanlarımı milletvekili adayı göstereceğim” dedi. Sağlık Bakanı ve Turizm Bakanı dışında bu dediğini de başardı.
Burada iki ilginç nokta var: Aday olan bakanlar yeniden milletvekili yemini edinceye kadar bakanlık koltuğunda oturdu. İşte anayasa dışı dediğim kurgu bu. Ben Bakan olarak meclis önünde sorumlu değilsem artık siyaset yapamıyorum demektir. Ama onlar parti toplantısına katıldı. Devlet nosyonu nasıl lağvedildi onu anlatmaya çalışıyorum.
Yenidoğan Çetesi olayı yaşandı. Bu kadar insan öldükten sonra ne işe yarar yaptırım? Siz oteller zincirine sahip olan bir kişiyi yıllarca Turizm Bakanı olarak tutarsanız çıkar çatışması ve bağımlı bir otorite olur. Bu devletin oluşum tarzına aykırıdır.
Gazeteciler “Bakanlar Kurulu ne zaman toplanacak?” diyor. Bakanlar Kurulu yok ki toplansın. Burada karar alma yetkisi olmayan memurlar var. Karar alma düzeneği de yok. Bu konularda medya da bilgi kirliliğinin mağduru. Millî Savunma Bakanı, Adalet Bakanı, Dışişleri Bakanı ve diğerleri siyaset üstü olması gereken isimler ama onları parti il ve ilçe kongrelerinde görebilirsiniz.
Yüzyıllar boyunca acı deneyimler sonucu oluşturulan kurumların bunlar hiç olmamış gibi geriye dönmesi çok tehlikelidir. Buna soğukkanlı bakmazsak ve hukuki, siyasi, iktisadi temizlik yapamazsak dönüş zor görünüyor.
Sıklıkla bir kıyas yapılıyor, “Hukuk darbe dönemlerinde bile daha iyi işletiliyordu” deniyor. Buna katılıyor musunuz?
Cumhuriyet Savcılığı “sav”ı, Barolar “savunma”yı temsil eder. Yargıç da “hüküm”ü temsil ediyor. Adalet sav-savunma-hükümle olur. Ve şu anda İstanbul Barosu gibi dünya ölçeğinde eşi benzeri olmayan bir Baro vatandaşların haklarını savunacakken sav ve hükmün kıskacına alınmış bulunuyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin birikimleri, kazanımları dikkate alındığı zaman, kuşkusuz tarihimizde birçok sorun olmuştur; kırılmalar ve kesilmeler yaşanmıştır ama her kırılmadan sonra bir süreklilik devam eder. 60 darbesi oldu, anayasa askıya alındı ama geri geldi ve bir biçimde devam etti. 70’te öyle oldu, 80’de öyle oldu. Fakat 2017’de ilk kez bir kopma oldu.
Darbesiz bir kopuş mu?
Aynen öyle. Ben buna reddi miras diyorum. Cumhuriyet’in, Osmanlı Devleti’nin kurumları reddedildi. Artık siyaseten kurul hâlinde çalışan birimler de kalmadı.
80’de büyük acılar yaşandı ama bir biçimde onarıldı. Dönüldü. Bugüne bakınca darbe girişiminden sonra olağanüstü hâl ilan edildi, KHK’larla 130 bin kişi bir gece yarısı sokağa atıldı. Hukuk tarihinin en büyük katliamıdır bu. Bu insanlar sosyal hayattan tecrit edildi, yurt dışına çıkmaları, yurt içinde iş bulmaları engellendi.
Bu kararı veren kişiler kendileri için 2016’dan 2020’ye kadar siyasal, hukuki, cezai, idari ve mali açıdan sorumlu olmayacakları beş ayrı yasa çıkardılar. Kendilerini koruma altına alırken mağdur ettiklerini Resmî Gazete‘de terörist olarak andılar. Atılanların 5 yıl süreyle mahkemeye gitmesini yasakladılar. 100 binin üzerinde suçlu var buna göre. İçlerine hiç suçlu yok mudur? Tabii ki vardır. Ama adil yargılamaya tabi tutulup öyle cezalandırılmaları gerekir.
Masumiyet karinesi bu noktada nereye düşüyor?
Bakın, düşman hukuku ya da savaş hukuku derken bile bir hukuktan söz ediyoruz. Orada bile suç, mahkeme kararıyla sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz. Bu kural zaten askıya alındı. Savaş hukukunda bile masumiyet karinesine dikkat edilir. Buna insan haklarının sert çekirdeği denir. Herkes için her yerde, her koşulda geçerli olan bir güvencedir.
Gelin görün ki İstanbul Barosu iki yurttaş için hukuk talep edince savcılıktan soruşturma kararı çıkıyor. Savcılık, savaş hâlinde bile korunan masumiyet karinesini ihlal ediyor.
Böyle bir tabloyla nasıl başa çıkılabilir?
Sürekli kavramların kirletilmesinden söz ettim. Mesela millî, yerli, maneviyatçı… Örneğin bana “İbrahim Kaboğlu solcudur, sosyal demokrattır. O zaman millî ve muhafazakar değildir” diyorsunuz. Oysa ki İbrahim Kaboğlu “Ben muhafazakarım, çünkü tarihimi, kültürümü, bitki örtümü, doğamı, ormanlarımı koruyorum. Ben millîyim, çünkü hükümet Fatih’ten mirastır” diyor.
İbrahim Kaboğlu hem yerlidir hem millîdir hem de muhafazakardır ama bu kavramları bile tartışamıyoruz. Çünkü bu kavramları ortadan kaldıran kesim maneviyatçı, millî, yerli oluyor. Bir de insanlar sürekli “Ben yurtseverim” demek zorunda kalıyor. İnsanlar neden “Yurtseverim” demek zorunda olsun? Biz Türkiye Cumhuriyeti’nin onurlu yurttaşları olarak zaten yurtseveriz, zaten muhafazakarız. Değerlerimizi muhafaza etmek için böyle olmak zorundayız. Sorunlarımızı aşmak için de yenilikçi ve gelişmeci olmak durumundayız.
İstanbul Barosu’nu önümüzdeki günlerde ne bekliyor sizce?
Hukuk mücadelesini sürekli kılmak ve genişletmek durumundayız. Bu kararlılığımızı daha çok göstermek durumundayız. Bugün bu hukuk dışılığı alkışlayanlar yarın pişman olabilirler. Yıllar önce de “kumpas” dediler, o zaman Zekeriya Öz vardı. Ama her gün kumpas olmaz.
Bütün bunlar sırf iktidarın bekası için yapılıyorsa buna da değmez. Bunca zorlamaya karşın Türkiye toplumu birbiriyle kavga etmiyorsa her şeye rağmen toplumsal dokumuz sağlam, kazanımlarımız güçlü demektir. Bunu devlet kurumları, iktidar kurumları sürekli aşındırıyor, sürekli geriyor.
Biz hukukçular olarak, sivil toplum kuruluşları olarak, medya olarak doğru dili kullanalım. Haklı yoldan sapmayalım. Paylaşma, dayanışma dışında bir çözüm göremiyorum. Biz Baro yönetimi için hukuku etkili kılmak için bir, fikir öne çıkaracağız dedik. İki, dayanışma ve eylem dedik. Bu üçlüde ilerleyelim derken hukuku etkili kılma söylemimiz rahatsızlık uyandırmış olacak ki, “Siz misiniz herkes için, her yerde hukuk diyen, insan haklarına dayalı demokratik cumhuriyet diyen, biz size gösteririz” dendi.
Hukuku, Türkiye’nin aydınlık geleceğini savunanlar dayanışmayı genişletmeli, haklarını savunmalılar. (Kaynak)