“ Türkiye Cumhuriyeti' hepimize yeter ”

- Devamı için tıklayınız -

Yeni anayasa arayışlarının yaygınlaşması ve kimlikler ekseninde kutuplaşmaların derinleşmesi arasında paralellik açık. Oysa tersi beklenirdi: tepeden ve bir parti eliyle başlatılmış olsa da, anayasal tartışmalar, toplumun değişik kesimlerinin görüşlerini ifade ederek, hem toplumsal sorunların çözümü, hem de ortak belgenin oluşturulmasına katılım açısından katkı sağlayabilirdi. Kısaca, anayasa tartışmaları, toplumsal gerilimlerin azaltılması yönünde bir supap işlevi görebilirdi.

Ne var ki, olayların seyri aksi yönde. Siyasal aktörler, anayasa arayışını barış-landırma aracı olarak kullanamadı. Gerçi, oyunun kuralını daha baştan AKP bozdu. Sonra MHP ve CHP, bölük-pörçük de olsa olumlu açılımlara karşı, vatan-millet adına siper kazmaya başladı. DTP, kilit konumda idi: TBMM’de temsil ediliyor olmanın sorumluluğu ile bütün toplumun sorunlarını kucaklayıcı bir tavır yerine, şiddet söylemi ile özdeşleşen bir konuma sürüklendi…

Kutuplaşmalara ve kaygı verici tırmanışa karşın, fikir alanı öne çıkarılmalı. Şiddet kullanımına karşı ortak bir iradenin oluşturulması birincil görev. PKK’nın silahlı eylem ve saldırıları karşısında suskun kalanların, Irak operasyonuna karşı duruşu, tavır sahibinin kendisini bile inandıramaz…

Kürt aydınlarının ilk görevi, şiddete karşı söylemde “nötr” olabilmeleri. İkincisi ise, ne istediklerini açıkça ortaya koyarak konunun tartışma yoluyla olgunlaşmasına katkı vermeleri. Yoksa PKK’nın uyguladığı vur-kaç yöntemi benzeri, içeriği doldurulamayan, eksik ve kimi zaman yanlış bilgilerle mevzi çıkışlar, öncelikle kendi temeline dinamit koyuyor.

Süregelen tartışmalar, Türk-Kürt biçiminde kimlikler ayrışması ekseninde be-lirginleşti. Her iki tarafta milliyetçi ve ırkçı söylemin beslediği otoriter ve faşist eğilimler, toplumsal barışı tehdit eşiğinde. Bunu engellemek, kuşkusuz başta ülkeyi yönetenlerin yükümlülüğü olduğu kadar yurttaşlar olarak hepimizin sorumluluğu. Özellikle yeni anayasa tartışmalarına taraf olan kişi ve gruplara tarihsel bir görev düşüyor: ayrıştırıcı öğeleri aşmak ve birleştirici ilkeler üzerinde ortak paydalar oluşturmaya çalışmak. Nelerdir ayrıştırıcı öğeler? Etnik köken ve dinsel farklılıktan kaynaklanan milliyetçi ve ce-maatçı yaklaşımlar, hatta ırkçı talepler… Buna karşılık yurttaşlık, eşitlik, özgürlük temelinde demokrasi ve hukuk devleti ilkeleri, birleştirici öğeler.

Bu ikili ayrışmada, yurttaşlık özel bir yere ve öneme sahip. Sırasıyla kulluk ve tebaanın yerini alan kavram olarak devrimci bir anlam yüklenen yurttaşlığın bireylere “eşitleyici statü” tanıdığı açık. Etnik köken ve dinsel aidiyetleri aşan bir statü. Hatta dilimizde “vatandaş” veya “yurt-taş”, Batı dillerindeki anlamından daha geniş bir anlamıyla, bütün “ülke”yi vurgular. Bu vurgu, etnik kimlik, dinsel aidiyet vb farklılaşmaları aşmaya katkıda bulunur.

Türklüğü öne çıkaran kesimler, bunu anayasal tanımın da ötesinde neredeyse dünyaya teşmil ediyor (Örnek TCK md. 301’in gerekçesi). Buna göre, “Türk kimlimi”, hâkim, üstün, hatta tek kimlik. Diğerlerine değil yaşam, farklılığı dillendirme hakkı bile tanınmamalı… Üstelik mümkünse, İslâm dininden ve tercihan Sünni mezhebinden… Kürtler ise, “bizim de varlığımız tanınsın, zaten kurucu unsur olarak Türklerle biz varız bu ülkede” görüşünü yineler. Birbirini hem besleyen, hem de çatışan iki zıt kutup, ne Türkiye gerçeğini yansıtıyor, ne de çağdaş anayasacılık eğilimine uygun düşüyor. Çelişkiye bakın: farklı kökene mensup olduğu halde kendini Türk olarak tanımlamak, “mutluluk” vesilesi ya da tam tersine “dönme” yaftası yapıştırılma kepazeliği…

Ülkenin adı, “Türkiye”; devletin adı, “Türkiye Cumhuriyeti”; şu halde, insan topluluğu da, “Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşları”. Ama bu adlandırma uzun ise, Atatürk’ün hak özneleri olarak kullandığı “Türkiyeliler”…Bu yurttaşlık vurgusu ve yaklaşımı, bizi “anayasal yurttaşlık” kavramına götürür. Eğer yukarıda belirtilen evrensel ilkeler ışığında bu kapsayıcı yaklaşım, -geniş kitlelerin katılımıyla- yapım sürecine ya-yılabilirse, hazırlanan ortak belgenin, “anayasal yurtseverlik” temelinde sahiple-nilmesi kolaylaşır.

Anayasal dengeler, ancak bu ön kabullerden hareketle tartışılabilir: mer-kez-çevre arasındaki dahil devlet erkleri arasında denge, hak ve özgürlükler arasında denge ve nihayet devlet-birey (otorite-özgürlük) arası denge. Bu çerçevede yönetim, ne ölçüde demokratikleş-tirilebilir veya kültürel haklar hangi çerçevede tanınabilir? Mevcut yapıdan memnun olmadığımıza göre, bunları açıkça tartışabilmeliyiz…

Yoruma kapalı.